26 Mayıs 2020 Salı

Budizm

"Dinler X'tir" şeklinde yapılan genellemelerin hiçbiri Budizme uymaz. Nedir bu X'ler? Dinler 'wish fulfilment'tır, ölüm korkusuna karşı savunma mekanizmasıdır, veya Nietzsche-vari bir yaklaşımla sürü içgüdüsünün bir tezahürüdür vesaire gibi genellemeler burada geçersizdir. Ortalama bir insanın Budizme veya herhangi bir dine yaklaşımı genelde şu şekilde olur:

*Budistler neye inanıyor?

*Budizm bana ne vaat ediyor?

Bunlara verilebilecek en kısa cevap şudur: budistler hiçbir şeye inanmıyor ve Budizm size hiçbir şey vaat etmiyor. X'e iman edersem Y elime geçer gibi şark kurnazı bakış açısını bırakmadan Budizmin ne olduğunu kavrayabilmeniz mümkün değil. Felsefeyle haşır neşir olmak ve özellikle fenomenolojik bakış açısını biliyor olmak budist bakış açısını anlamanızda yardımcı olacaktır.


Buddha'nın öğretisi dukkha vardır diye başlar. Dukkha nedir? Dukkha Pali dilinde aşağı yukarı ıstırap anlamına gelir fakat Buddha bir çok terimin anlamını genişletmiş ve farklı anlamlarda kullanmıştır. Buddha dukkha terimini çok geniş bir kategoriyi ifade etmek için kullanır. Buddha dukkha vardır dediğinde ilk reaksiyon dukkha nedir sorusu olmuştur ve Buddha'nın buna verdiği klasik cevap şudur:



"Birth is dukkha, aging is dukkha, death is dukkha; sorrow, lamentation, pain, grief, & despair are dukkha; association with the unbeloved is dukkha; separation from the loved is dukkha; not getting what is wanted is dukkha. In short, the five clinging-aggregates are dukkha."


İlk kısımda dukkha kategorisine giren acı ve üzüntü gibi birtakım örnekler verir fakat bunlar dukkhanın anlamını tüketmez, genel hatlarıyla çizmeye çalışır. Kötü çevirilerden yola çıkarak Budizme ilişkin sığ ve yüzeysel anlayışa sahip olanların tepkisi genelde şöyledir: "acı ve keder hayatın gerçeği, ne yapalım yani, acılardan kaçıp infantilize olarak mı yaşayalım? Acıdan kaçıp hedonizme mi sığınalım?" Buddha bunun cevabını hemen arkasından vermiştir aslında. Can alıcı nokta burada ikinci kısımdır: "the five clinging-aggregates are dukkha" Burada Buddha yine kendine özgü bir terminoloji kullanır. Türkçeye "bağlanmanın beş yığını" şeklinde tercüme edilebilir fakat burada kastedilenler çok spesifiktir. Bu beş yığınla şunlar kastedilir:



Varoluşun materyal yönü
*Materyal form

Varoluşun mental yönü
*Hisler
*Algılar
*Mental oluşumlar (düşünceler)
*Bilinç

Bunların hepsinin dukkha olmasından ne anlamalıyız? Öncelikle şunu anlamalıyız: acı ve haz paradigmasının içinde dukkha'dan kurtuluş mümkün değildir, çünkü bu beş yığına dahil olan, haz da dahil, her şey dukkhadır. Peki ne anlamda dukkhadır ve neden dukkhadır? Burada dukkhaya en yakın iki terim stresfulness ve unsatisfactoriness olacaktır, yani streslilik ve tatmin etmezlik bu beş yığının hepsi için geçerlidir. Dukkhayı burada genel anlamıyla varoluş anksiyetesi olarak anlamak da olasıdır.

Yani dukkha koşullu varoluş veya samsara dediğimiz, mental ve materyal oluşumlardan meydana gelen bu düzene içkindir, verilidir. Peki bunun nedeni nedir? Burada ikinci yüce gerçeğe, dukkha'nın kaynağına geliriz.

Koşullu varoluşun dukkha olmasının sebebi kısaca şu cümleyle özetlenir: "all things are impermanent and not-self." Varoluşun üç prensibi olan anitya, anatta ve dukkha'nın ne olduğunu kavramak Budizmi anlamanın ilk adımıdır. Buddha'nın varoluşla ilgili keşfettiği ilk şey anitya, yani geçiciliktir. Anitya'yı özetleyen cümle "all things arise and cease" olacaktır. Burada ne kastedildiğini fenomenolojiden anlayanlar belki tahmin etmiştir. Tüm fenomenler ortaya çıkar ve kesilir, tüm deneyimler anlıktır ve geçicidir, andan ana ortaya çıkar ve kesilir. Varoluşun yapıtaşı bu anlık bilinç durumlarıdır (citta). Tüm şeyler ortaya çıkar ve kesilir, fakat koşullara bağlı olarak ortaya çıkar ve kesilir. Buddha dependent origination (koşullu ortaya çıkış) denilen bu öğretide tüm fenomenin koşullara bağlı olarak ortaya çıktığını "all conditions are dependent on other conditions" (tüm koşullar diğer koşullara bağlıdır) diye özetlenebilecek uzun bir silsile biçiminde anlatır. Burada kritik olan nokta fenomenolojinin ancak Buddha'dan 2500 yıl sonra tekrar keşfettiği "her bilinç bir şeyin bilincidir" buluşudur. Geçicilik prensibinden yola çıkan Buddha bilincin ancak koşullara bağlı olarak ortaya çıktığını ve illa ki bir şeyin bilinci olduğunu ve bu şeyin de geçici olduğunu, dolayısıyla kalıcı ve değişmez bir benliğin var olamayacağını ortaya koyar. Varolan tek şey andan ana ortaya çıkan ve kesilen deneyimler silsilesidir, ve benlik dediğimiz bu deneyimin üstüne kurulan mental bir yapıdır, kurgudur. Ben-değillik şeklinde çevrilebilecek anatta veya non-self prensibi anityanın, yani geçicilik prensibinin doğal bir sonucudur. Anitya ve anattanın doğal sonucu ise dukkhadır: geçici olan ve bana ait/özdeş olmayan hiçbir şey tatmin edemez. Özetle koşullu varoluş doğası gereği dukkhadır.

Koşullu varoluşu ve dolayısıyla dukkhayı sürdüren ise fenomenin doğasına ilişkin bilgisizlik olarak çevrilebilecek avidya'dır. Avidya, (yani koşullu varoluşun anitya, anatta ve dukkha olduğunu bilmemek) koşullu varoluşu arzulamaya sebep olacaktır, bu da fenomenle/deneyimle özdeşleşmeye/bağlanmaya sebep olacaktır. Arzu ve bağlanma ile yapılan edimler ise karma üretecek ve varoluşun yenilenmesine sebep olacaktır. Bunu bir örnekle açımlamak gerekirse alkolün veya herhangi bir maddenin yarattığı varoluş durumunu, sarhoşluk durumunu düşünelim. Alkol içme edimi sarhoşluğu üretecek. Kişi bu şarhoşluk moduna bağlanacak ve bu deneyimi tekrar yaşama arzusunu üretecek, tekrar yaşamak istemesi yeniden alkol almasına, bu da sarhoşluk durumunun yenilenmesine sebep olacak. Yani arzudan ve bağlanmadan kaynaklı edim/karma varoluşun tekrar tekrar yenilenmesini, dolayısıyla samsaranın ve dukkhanın üretilmesine sebep olacak. Bu durumu Buddha şöyle özetler:



"And this, monks is the noble truth of the origination of dukkha: the craving that makes for further becoming — accompanied by passion & delight, relishing now here & now there — i.e., craving for sensual pleasure, craving for becoming, craving for non-becoming."


Özetle: tensel zevkleri arzulamak, varolmayı arzulamak ve yok olmayı arzulamak dukkhanın ortaya çıkmasının nedenleridir. Buddha'nın formülünü şöyle özetleyebiliriz: varolma arzusu ve koşullar bir araya geldiğinde koşullu varoluş ortaya çıkacaktır.


Peki koşullu varoluşun alternatifi nedir? İlk akla gelen yok oluş olacaktır fakat Buddha "ölünce yok mu olacağız?" sorusuna "ben yok oluş öğretmiyorum" diye cevap verir. Koşullu varoluşun alternatifi yokluk değil koşulsuz varoluştur, nirvanadır. Buradan tabii her ölenin nirvanaya ulaştığı gibi bir sonuç çıkarmayın. Nirvana ancak koşullu varoluşun koşullarının ortadan kalkmasıyla mümkündür, yani yukarıda Buddha'nın bahsettiği üç arzu ortadan kaldırılmalıdır, yoksa koşullu varoluş, samsara, ilelebet devam edecektir.

23 Şubat 2019 Cumartesi

Empatinin Ötesinde İyi ve Kötü


Bir ideolojiyi, dini, felsefeyi, siyaseti değerlendirirken insanların eğilimi bunların yarattığı iyi ve kötü durumlar üzerinden değer biçmektir. Hıristiyan bir yazarın hıristiyanlığı savunmak için ortaya koyduğu argümanlardan biri hıristiyanlığın dullara, yetimlere, yoksullara ve hastalara yardım etmiş olması. Bu bir "etik" argümanı: yoksullara ve hastalara yardım etmek iyidir. Bir adım daha ilerleyip bunun neden iyi olduğunu sorduğunuzda genelde duygusal bir reaksiyonla karşılarsınız. Çünkü onlar yardıma muhtaçtır, onlara yardım etmek görevimizdir, bir gün biz de kötü duruma düşebiliriz vesaire; empati, acıma, biraz da korkaklık kaynaklı argümanlardır.

Hıristiyanlığın ortaya koyduğu savın kaynağına ve yönelimine bakarsanız, tarihsel arka planındaki bağlamıyla değerlendirirseniz, "komşunu sev" demek "herkesi sev" demekten farklıdır. İsa İsrailoğulları kabilesinin bir mensubu olarak, kendi deyişiyle "yalnızca israiloğullarına yardım etmek için" görevlendirilmiştir, tek muhatabı İsrailoğulları kabilesidir.

Hıristiyanlığın mesajının bir kabile töresi olarak neliği, evrensel bir mesajdan farklıdır. Yahudilere birbirlerini tutmalarını söylemek, kim olduğu fark etmeksizin muhtaçlara yardım edin demekten farklıdır. Yahudilerin başarısı kendilerini yahudi olmayanlara karşı konumlandırmakta, birbirlerini tutmakta, kabileciliği en etkin biçimde uygulamalarında yatar. Hıristiyan mesajının evrenselleştirilmesi ise kabileler arası/üstü bir ahlakı öne sürer. Kabileler üstü, evrensel bir ahlakın mümkünlüğü, 2000 yıl sonra, bana kalırsa hala hipotez seviyesindedir. İslam'ın bu konuya yaklaşımı daha pragmatiktir. Kabileler-kültürler arası farklılıkları yok edip dünyayı tek kabile haline getirerek hayatın her alanına giren ve ahlaka yer dahi bırakmayan bir yasayı herkese dayatmayı bu sorunun çözümü olarak görmüştür. Bu bağlamda islamda ahlakın varlığından söz edilemez.

Zayıflara yardım etme çerçevesinde iyilik yapmanın evrimsel geçmişimizdeki fonksiyonu göz önüne alınırsa, bu tip duyguların, dürtülerin ve eğilimlerin neden var olduğu ve neye hizmet ettiği açıkça görülür. Bu senaryolar göz önüne alınırken dikkat edilecek en önemli husus insanın çok yakın geçmişe değin kabile olarak yaşadığıdır. İnsanın ağlayan bir çocuğa verdiği duygusal tepkinin ortaya çıkışı, işte bu kabile bağlamında dikkate alınmalıdır. Kabile, doğası gereği yakın akrabaların bulunduğu bir organizasyondur. Milyonlarca yıldır yaşam sahası kabile olan bir türün sosyal eğilimleri kabile bağlamından çıkarılamaz. Kabile içinde bir çocuk ağladığında bu ya kendi çocuğu, ya kardeşinin, ya kuzeninin çocuğudur, yani yakın kan bağı halihazırda verilidir. Ağlayan çocuğa karşı duyulan empati, ailenin ve kabilenin hayatta kalması için elzemdir.

Kabile bağlamında empati ve genel-geçer empati. Modern dünyada unutulmuş bir ayrım. Kabile olarak yaşamayı bırakmış modern insan, kabile ortamında gelişmiş duygularını ve dürtülerini bırakmamıştır. Ağlayan çocuğa duyulan empati sosyal duyarlılığa dönüşür. Haber kanallarında gördüğümüz yardıma muhtaç insanlar bilinçdışımız tarafından bir anda hayali kabilemize monte edilir ve bir anda umursarız, çünkü insan psikolojisi televizyonu anlamaz, gözünün önünde acı çeken biri muhtemelen kendi kabilesinden biridir ve bu yüzden yardım etmelidir.

Modern insan modern bir ahlak anlayışı geliştirecekse, ahlak anlayışını modern dünyaya uyumlu olmayan duygusal reaksiyonlarına endekslemekten vazgeçmek zorundadır, bunun tersi ahlak değil şımarıklıktır. Şımarıklık, modern insanın özeti. Hem evrimin onu kabile yaşamı için hazırladığı biyolojik ön eğilimlerinden vazgeçmiyor, modern yaşamın gerektirdiği ahlaki paradigmaya geçmiyor, hem de modern toplumun ve teknolojinin sağladığı her türlü imkandan faydalanıyor. Örnek: insan neslinin devamı için 2 çocuk yeterli olduğu halde doğanın bir kadına 20 çocuk doğurma yetisi vermesinin bir sebebi vardır; doğa şartları (hastalık, açlık) ve toplumsal şartlar (savaş, cinayet vb.) bunların ortalama yüzde 90'ını yok eder. Yani modern toplum olmadan insan bu şekilde hayatta kalır: çevreye mümkün olduğunca çok birey fırlatır ve en başarılı olan neslini devam ettirir. Bu engellerin olmadığı, doğal seçilimin bypass edildiği, yenidoğanların yaşama şansının %99.99 olduğu bir ortamda kabilevari içgüdüleriyle mümkün olduğu kadar çok çocuk yapanlar, modern toplumun sunduğu imkanları suistimal edenlerdir.

Sahip olduğunuz eğilimlerin sebeplerinin ve sonuçlarının farkında olmak üst düzey farkındalık gerektirir: modern insanın sahip olması şart olan bir meziyet. Ölmekte olan bir yavru kediyi hayata döndürmenin bedeli 200 civarı kuşun hayatıdır, bir kedinin ortalama öldürdüğü kuş sayısı. İnsan sahip olduğu empati kabiliyetini evrimsel diyalektiğin ortaya koyduğu amacının dışında kullandığında, duygulanımlarına teslim olduğunda, doğaya ve kendine verdiği uzun vadeli zararların önü alınamaz. Modern insanın zaafı: kendi duygulanımlarının esiri olması.

Evrensel düzeyde muhtaçlara yardım etmenin bedeli: Volkmar Weiss'in çalışmasına göre dünya nüfusunun ortalama IQ'su 1950'de 95'ken 2050'de 87'ye düşecek, her nesilde %4 gerileme öngörülüyor. Bunun sebebi doğal seçilim mekanizmasının devre dışı bırakılması ve herkesin dilediğince üreyebilmesi. Modern topluma bile adapte olamayan düşük zekalı kitlelerin 2050 ve sonrasındaki ileri teknoloji toplumunda nasıl bir rol alacağı büyük bir muammadır. Şimdi olduğu gibi gittiği yere kadar devlet yardımıyla hayatta tutulmaya devam edilecekler gibi görünüyor. Dua edelim de otomasyon devrimi bu kitleyi beslemek için yeterli üretimi sağlasın, sonra bizi çiğ çiğ yemesinler!

Bu üst düzey farkındalık gerektiren yeni ahlakın ayak takımının yakınından geçmeyeceği muhakkaktır. Nietzsche efendi ahlakı ve köle ahlakı ayrımını boşuna yapmamıştır. Siz ayırmasanız da doğa insanları sınıflara ayırmıştır. Çok farklı zeka seviyesine sahip sınıfların hayatta kalma stratejileri farklıdır. Bu sınıflar arasında ortak bir ahlak anlayışı ancak bir grubun yok olmasıyla mümkün olur, hıristiyanlığın yaptığı budur: Yunan ve Roma aristokrasisini kastre etmiştir, yok etmiştir.

Tabii ki insanların birden eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarının ve duygulanımlarının evrimsel kaynaklarının birden farkına varmasını beklemek uçuk bir hayaldir. Önümüzde farklı yollarla gerçekleştirilebilecek olan tek bir seçenek var: üst insana ulaşmak. Doğayı kendi haline bıraktığınızda zayıfları yok edecektir, ancak bu süreç bin yıllar alır. Gen editleme teknolojisi bunu daha hızlı gerçekleştirebilir. Çocuklarının zeki olmasını isteyen anne babalar yakın zamanda embriyoları dizayn edebilir, yeni bir üst insan neslini ortaya çıkarabilirler. Teknolojinin getirdiği devasa problemlerin yine tek çözümü teknolojide gibi görünüyor.

30 Temmuz 2017 Pazar

Gerçekten de sınav dünyası mı?

Bir türün başarılı olduğunun tek kriteri zamana direnmesidir. Zamana direnmenin yolunuysa canlılık sürekli yenilenmede bulmuştur. Ölümsüzlüğün bedeli her nesilde yeniden doğmaktır. Her nesilde yeniden doğmak değişimin yolunu açar. Değişim, türün adapte olmasını sağlar. Adaptasyon, çevre sorununu çözmenin en önemli koşuludur. En basit canlıda bu sonsuz komplekslikteki problemin çözümünü görürüz.

Yeniden doğuş, canlının çevre problemine daha verimli çözümler üretmesini sağlar. Daha verimli olan tür daha başarılıdır. Türler birbirleriyle de, kendi içlerinde de bir verimlilik yarışındadırlar. Kaynağı en etkin kullanan zamana karşı en çok direnendir. Bu kuralın modern devletler için dahi geçerli olduğunu görürüz. Kaynaklarını en etkin biçimde kullananlar uluslararası arenada en çok güce sahip olurlar. Bu kural şirket bazında da geçerlidir, kabile bazında da geçerlidir, birey bazında da geçerlidir. Amerika, kaynaklarını etkin kullanarak, tasarruf ve yatırımla milyoner olan sayısız insanla doludur. Serbest piyasanın güzelliği bu sürecin çok hızlı işlemesidir.

Muhakkak ki her canlının hayatının her adımında bir gaye peşinde olduğunu görürüz. Bu gayeler genel çerçevede kaynak toplamak ve neslinin devamlılığını sağlamaktır. Söylemesi kolaysa da bunlar sonsuz komplekslikte sorunlardır. Canlılar kaynak toplama problemini çözmek için cinsiyetler arası farklılaşmaya gitmiştir. Bir cinsiyet yavruların hayatta kalmasıyla ilgilenirken diğeri kaynak toplama görevini üstlenir. Bunun da sebebi yine tam olarak verimliliktir. Bu farklılaşmanın pek çok sonucu vardır. Çocuk doğurma/bakma kapasiteleri arasında bireyler arasındaki fark minimalken, kaynak toplama kapasitesi inanılmaz fark edebilir. Bu kapasiteler eş seçiminde en önemli faktördür.

Bunun sonucuysa rekabet ve hiyerarşidir. Topluluk içindeki bireyler arasındaki rekabet genellikle ölümcül değildir, çünkü bireyler arası rekabetin ölümcül olması grubu zayıflatarak topluluklar ve türler arası genellikle ölümcül olan rekabetin grubun aleyhine sonuçlanmasına sebep olacaktır. Bu sebepten canlılık bu soruna hiyerarşiyle çözüm bulur. Hiyerarşi, en iyi olmasan da gruba katkıda bulunduğun sürece hiyerarşideki konumun ölçüsünde grupta olmanın nimetlerinden faydalanabilmen anlamına gelir. Hiyerarşinin en dibinde olmak bile ormanda yırtıcılara yem olmaktan iyidir.

Hiyerarşi aynı zamanda dişinin eş seçimi sorununu da çözer. Erkekler rekabet ederek genlerini aktarmaya en layık olanları hiyerarşinin tepesine koyarlar. Statü dişileri mıknatıs gibi çeker. Statü sinyali, çoğu insanın zamanının büyük kısmını alır. Buna da şaşırmamak gerekir, genlerini aktararak zamana direnmenin yolu statüden geçiyorsa, insanlar statüyü edinmek veya taklit etmek için elinden geleni yapacaktır. Sonuçta soyunu devam ettirebilmek, doğanın nihai sınavıdır.

Bireyin topluluk içinde başarısı, hiyerarşide yükselmesi, sınavın ilk kısmıdır. Bireyler arası rekabetin bir üstü topluluklar arası rekabettir. İnsanlık tarihinin tamamına yakını kabileler arası savaş ve kıyımdan ibarettir. İki topluluktan hangisinin üstün geleceğini belirleyen nedir, derseniz, bunun cevabı aslında insana dair pek çok gizemin de kapılarını açar. Hangi nitelikler bir kabileyi diğerinden üstün kılar? Yetkinlik, organizasyon, verimlilik, yönetim, adanmışlık, kararlılık.... Bunların her biri çözümü çok zor sorunlardır. Kabile içinde her kafadan bir ses çıkmamasını sağlamanın aşikar bir yolu yoktur. Barış halinde kabile şefinin yanında olsalar bile savaş durumunda çil yavrusu gibi dağılmamalarını sağlamanın aşikar bir yolu yoktur. Savaşmakta kararlı olsalar bile savaş meydanında kıyımdan geçmemelerini garanti etmenin belli bir yöntemi yoktur. İşte insanlık, tarihinin büyük bölümünde bu sorunlara çözüm üretmek için can hıraş çaba harcamıştır.

İnsanlık tarihi boyunca, grubun çıkarını bireysel çıkarı üzerinde tutanlar zamana karşı direnebilmiştir. Bu aile, kabile, sülale, millet seviyelerinde geçerlidir. Büyük gruplar halinde işbirliği yapabilmek insanın en büyük icadıdır. Bireyler arası mücadelenin hiyerarşiyle sonuçlanması gibi, kabileler arası mücadele de eninde sonunda yine hiyerarşiyle sonuçlanmıştır. En güçlü, en organize, en kalabalık kabile diğerlerine boyun eğdirerek düzeni, hiyerarşiyi kurar ve stabiliteyi, barışı sağlar. Bu kabileler üstü organizasyonun adı devlettir. Aynı süreç devletler arasında da gerçekleşir. Bin yıllar boyu süren savaşların sonucu yine aşağı yukarı stabil bir hiyerarşik yapıda sonuçlanmış gibidir.

İnsanın doğayla olan savaşı bitmeye yaklaşırken, birbiriyle olan savaşları hız kazanmıştı. Yani insanın sınavı bir nevi platform değiştirdi. Önce yırtıcılardan korunmaya çalışırken, sonra diğer kabilelerden korunmaya çalıştı. İnsanın çevre problemi bir nevi yüz değiştirdi. İnsanın avı da, avcısı da insan oldu.

Bu süreçlerin hepsi geçtiğinde, stabil modern dünyada insanın sınavı nedir? İnsan tüm sınavlarını vermiş ve evrimin nihai hedefine ulaşmış mıdır? Durum öyle görünmüyor. Bu stabiliteyi tehdit eden unsurlar hızla çoğalıyor. Bu unsurların biri teknoloji. Teknolojik gelişmenin öncülerinin fikirleri önümüzdeki 20 yılda, son 2000 yıldakinin toplamından daha büyük gelişmeler olacağı yönünde. Bu gelişmeler doğru uygulandığında yeryüzünde cenneti gerçekleştirebilir, fakat kötü ellerde dipsiz bir kaosun kapağını da açabilir. İkincisi gelişmiş ülkelerin popülasyon sorunu. Doğum oranı çok düşük olan bu ülkelerin bir nesil sonra ne olacağı belirsiz. Bu ülkelere Afrika ve Ortadoğudan aşırı göç olması da stabiliteyi tehdit eden bir unsur. Bu göçmenlerin çoğu dil bilmiyor, çalışmıyor ve halkın vergileriyle besleniyorlar. Ekonomi bunları besleyemez olduğunda ne yapacaklarıysa belli değil.

Başka bir unsur da genellikle üniversitelerde yayılan medeniyet düşmanı ideolojiler. Tek amaçlarının yıkmak olduğunu açık açık söyleyenler batıda üniversiteleri ele geçirmiş durumda. İş gücüne olan ihtiyacın hızla azaldığı bir devirde, yıkıcı ideolojilerle doldurulmuş tatminsiz gençlerin durumu basıncı hızla artan bir buhar kazanı gibi. Bu ekstra enerji doğru şekilde yönlendirilmezse yıkıcı bir güç patlaması olarak kendini göstermesi muhtemel.

Önümüzdeki 20 yılda insanlığın bir varoluş kriziyle yüzleşmesi gerekeceği git gide kesinleşiyor. Bu krizi çözmek bizim hiç alışık olmadığımız bir çevreye uyum sağlamamız anlamına gelecek. Çalışmanın, yaşlanmanın, üremenin olmadığı bir dünyada insanın varoluşunu nasıl gerekçelendireceği belirsiz. İnsanın uyum sağlama kapasitesi nereye kadar uzanıyor, zaman gösterecek.

23 Şubat 2017 Perşembe

Ütopya

Şu bir gerçek ki sosyoekonomik düzeyle kaçınılmaz bir dönüşüme doğru yol alıyoruz. Bu süreç otomasyonun fabrika işçilerinin yerini almasıyla başladı. Sürücüsüz araçlarla, röntgen okuyan, çeviri yapan, makale yazan, rapor hazırlayan yapay zeka algoritmalarıyla bu makineleşme süreci hızla devam edecek. Üretim araçlarının da gelişip moleküler düzeyde üretim yapan nano fabrikaların ortaya çıkmasıyla üretim maliyetleri neredeyse sıfıra çekilecek. Bu durum inanılmaz bir bolluğa, adeta yer yüzünde cennetin yaşanmasına sebep olacak kimilerine göre. Bu gidişata bakılırsa her şeyi makinelerin ürettiği, insanlarınsa sadece tükettiği bir gelecek bizi bekliyor. Böyle bir senaryo nasıl işleyebilir görelim.

Canlılığın evrimine baktığınızda kaynak her zaman sınırlayıcı faktördür. Egemenlik hiyerarşileri bu sınırlı kaynağın nasıl paylaşılacağını belirlemek üzere ortaya çıkmıştır ve sonuçta bizim de dahil olduğumuz sosyal yapıyı ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak sosyal yapılar ve kurumların hepsi kaynak paylaşımını düzenlemeye yöneliktir. Kaynağın sınırsız olduğunu durumda bu kurumların ve yapıların hepsi fonksiyonunu kaybedecektir. Örneğin bir araba üretmenin maliyetinin sıfır olduğunu düşünelim. Tek bir tuşla kapınızın önüne sıfır maliyetle yeni bir araba getirebiliyorsanız, o arabanın çalınmasının hiçbir anlamı ve hukuki sonucu olmayacaktır.

Bilim kurgu yazarlarının hep düştüğü bir tuzak vardır. Gelecekte bazı şeylerin değişeceğini öngörürler, fakat hikayelerindeki diğer şeyler hep aynıdır. Örneğin Isaac Asimov'un Vakıf kitabında akla hayale gelmeyecek teknolojiler üretilmiştir ancak hala asansörlerde kolu çeviren asansör görevlileri vardır. Veya insanüstü yetenekleri olan robotlar geliştirildiği halde insanlar hala günümüzdeki meslekleri yapmaktadır. Günümüzün düşünürleri de buna benzer tuzaklara düşmekte. Elbette insanın her alanda uzman olması ve bir yeniliğin her alandaki etkilerini öngörebilmesi mümkün değil. Yine de bu argümanları irdeleyerek hataları göstermemiz mümkün.

Sınırsız kaynak mevcut olduğunda ne olacağını görmemiz için canlının kaynakla olan ilişkisini iyi tanımlamamız gerekir. Kaynağın temel fonksiyonu canlıyı beslemektir. Canlı kaynak toplayarak kendini ve kendi soyunu besler ve hayatta tutar. Canlılığın anlamı bu iken kimin en iyi kaynak toplayabildiğine göre bir hiyerarşi oluşur ve bu hiyerarşi eşeysel seçilimde belirleyici rol oynar. Yani sonuç olarak canlı kendini ve döllerini besleyecek kaynağı ortaya koyduktan sonra, bunun üstü sosyal hiyerarşiye oynamaktır. Bu hiyerarşideki konumu canlının daha kaliteli ve daha çok sayıda eş bulmasını sağlayacak, sonraki nesillerde genlerinin ne kadar baskın olacağını belirleyecektir. Tabi, bunların hepsi kaynağın sınırlı olduğu durumlarda geçerlidir.

Kaynağın sınırsız olduğu bir durum henüz yaşamadık fakat ona benzer bir durum yaşandı. Şöyle ki, ABD'deki sosyal yardım reformu 60'lardan itibaren özellikle zenci mahallelerinde çok ciddi sosyal dönüşümlere sebep oldu. Şöyle ki o döneme kadar zenciler ABD'de en muhafazakar, dindar, aile bağları güçlü olan kesimdi. 60'lardan itibaren fakirliği bitirmek üzere fakir ailelerin tüm kira, gıda, giyim, sağlık, eğitim vb hizmetlerinin karşılanması için fon yaratıldı. Bu fon fakir yörelerde bir nevi aile kurumunun dibine dinamit koymuş oldu. Yörenin sosyoekonomik konumunu da göz önünde bulundurduğunuzda, örneğin fabrika işçisi olan bir erkek, kadın için hiçbir ekstra getiri sağlamaz duruma geldi. Hatta devletin bekar annelere yaptığı ekstra yardımlar kadınların boşanması için bir motivasyon olmuştu. Çalışmanın erkek için hiçbir üreme avantajı sağlamadığı bu ortamda sonraki nesillerin tamamı işsizdi. Yine de, egemenlik hiyerarşisi ortadan kaybolmadı. Ailesini beslemek için çalışan erkeklerin yerini, yöredeki egemenlik için çatışan çeteler aldı. Çetenin diğer çeteler arasındaki konumu ve bireyin çete içindeki konumu bir statü göstergesi haline geldi. Zenci yörelerinde çete cinayetleri ve şiddet başını alıp gitti. Günümüzde dahi zenciler arasındaki egemenlik savaşları ABD'deki cinayetlerin yüzde 70'ini oluşturuyor. Yani, özet olarak kaynak getirmenin bir avantajı olmadığında, erkekler birbirlerini boğazlayarak birbirleri üzerinde egemenlik kurup, bu sayede üreme avantajı elde etmeye çalışıyorlar. İşte, ABD'deki fakirliği bitirme deneyinin sonucu budur.

Dünyayı bu yönde dönüştürmeye çalışan dahiler, mucitler, düşünürler, kendilerini gerçekleştirmiş bireylerdir. Bu kişilerin hayattaki vizyonları ortalama insandan çok farklıdır. Bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance) denilen fenomen bu durumda etkisini gösterir. Bu kişiler, kendi vizyonlarının ve motivasyonlarının herkes için geçerli olduğuna (yanlış olarak) inanmaktadır. Ancak tarihin bize gösterdiği üzere durum böyle değil. İnsanlığın çoğunun sorunları kaynak yetersizliği sebebiyle ortaya çıkmakta, fakat kaynak bolluğu bu sorunları çözdüğü gibi daha kötü sorunlar yaratmakta. Çünkü, insan açlıktan, hastalıktan veya soğuktan ölmediği sürece biyolojik anlamda kaynak sorunu yoktur. Temel ihtiyaçların üstü sosyal hiyerarşide rekabettir. Ayda 10 bin kazanan birinin 20 bin kazanmak istemesi kaynak problemine çözüm yaratmak için değildir, hiyerarşideki rakiplerine avantaj sağlamak içindir. Medeniyet bu rekabeti şiddet içermeyen biçimde gerçekleştirmenin sınırlarını belirlemiştir. Piyasadaki kaynak üretme beceriniz sosyal hiyerarşideki konumunuzu belirler. Sosyal hiyerarşide yükselmek içinse seçenekleriniz yine bellidir: yüksek eğitim, ticaret, girişimcilik gibi. Bu seçeneklerin mevcut olmadığı durumda, sosyal hiyerarşi ortadan kalkmayacak, fakat, sosyal hiyerarşide yükselme yöntemleri radikal olarak değişecektir. Şiddet içermeyen rekabet araçlarının ortadan kalkması şiddet içeren rekabeti geri getirecektir.

13 Şubat 2017 Pazartesi

İbrahim Mitinin Anlamı

Bugün bir forumda denk geldiğim bir konuda, İbrahim hikayesinden nasıl bir anlam çıkarabileceğimiz tartışılıyordu. Konuyu açan kişi şu soruları soruyordu:
1- Tanrı İbrahim'e neden oğlunu kurban etmesini söyledi ve neden koç göndererek bu isteğinden vazgeçti?
2- Eğer İbrahim'i sınamak içinse, tanrı zaten her şeyi bildiğinden İbrahim'in ne yapacağını önceden bilmiyor muydu?
3- İbrahim'in oğlunun yaşadığı travmayı da göz önünde bulundurursak bu hikayeden ne tür bir ahlaki ders çıkarılabilir?

Bu ve buna benzer sorular metnin kontekstinden bağımsız okunması sonucu doğal olarak akla gelen sorulardır. Buradaki mesele buradaki metinde tanrının veya İbrahim'in eylemlerinin ne kadar ahlaki olduğunu yargılamak değildir. Bu metne anlam vermek istiyorsak, bu yargılayıcı bakış açısını tamamen bırakmamız gerekir. Bu metni dini, ahlaki veya tarihi bir metin olarak okuyarak hiçbir sonuca ulaşamazsınız. Bunun bir mit olduğunu kabul ettiğinizde doğru gözlükle bakmaya başlarsınız. Yine de bu miti anlamlandırmak için öncelikle mitin insanlık tarihindeki fonksiyonunu bilmeniz gerekir. Mit neden, nasıl oluşur ve neye hizmet eder? Bunları öğrendikten sonra bu miti kendi tarihsel kontekstinde değerlendirerek anlamını çözmeniz mümkün olur.

Bir mitin insanlık için pek çok fonksiyonu vardır: Bir topluluğa kimlik vermek, motivasyon vermek, bir amaç uğruna bir araya getirmek, birkaç kabileyi bir çatı altında toplamak, iktidar için meşruiyet kazanmak gibi onlarcası sayılabilir. İbrahim mitinin tamamını incelediğimizde bu amaçlardan pek çoğunu buluruz. Fakat kurban konusuna geldiğimizde sebep çok daha farklı ve enteresandır.

İnsan Kurbanı

İnsan kurbanı tüm toplulukların geçmişinde vardır, hatta yakın zamanlara kadar ilkel kabilelerde gözlenmiştir. Yine enteresan bir şekilde tüm dünya genelinde,farklı zamanlarda, bir trend olarak insan kurbanından hayvan kurbanına geçildiği gözlenmiştir. James G. Frazer insan kurbanının en ilkel biçiminin tanrıyı öldürme olduğunu söyler. Tanrı ölümsüzdür, ancak ruhu bedenden bedene geçer. Tanrının ruhunun bulunduğu beden yaşlanır ve eceliyle ölürse tanrının da yaşlanıp öleceğine inanılır, bu yüzden tanrı yaşlanma belirtileri göstermeden öldürülür ve tanrı rolünü alacak yeni bir beden seçilir.

Topluluklar büyüyüp geliştikçe ve bu tanrının politik gücü de arttıkça, tanrı, kendi yerine başka birinin öldürülmesini sağlamayı başarmıştır. Bu sayede tanrıyı öldürme, tanrıya kurban verme şekline dönüşmüştür. Bu aşamadan sonra son aşamada tanrıya insan kurban verme ritüeli esrarengiz biçimde hayvan kurbanına dönüşür. Bu süreç dünyada birbirinden bağımsız topluluklarda farklı zamanlarda gelişmiştir.

Frazer aynı zamanda şunu da kesin biçimde ortaya koyar: "Hiçbir halk, söylencesel bir yaratık bir zamanlar şöyle veya böyle davrandı diye asla bir töre uygulamaz. Tersine, bütün halklar belli törelere neden uyduklarını açıklamak için söylenceler icat etmişlerdir." Yani ritüeller mitlerden dolayı yapılmaz, mitler ritüelleri açıklamak için uydurulur.

M.Ö. 2. bin yılda ilk doğan erkek çocukların Ba'al'e kurban edilmesi ortadoğuda çok yaygın bir ritüeldir. Ancak 2. bin yılın sonunda insan kurbanının yerini hayvan kurbanı alır. Bu dönüşümün gerçek sebebini bilmiyoruz, anlaşılan o dönemde yaşayanlar da bilmiyordu ki ataları insan kurban ederlerken kendilerinin neden hayvan kurban ettiklerini açıklayacak bir mit ürettiler. Tanrının İbrahim'e verdiği oğlunu kurban etme emrinden vazgeçip yerine bir koç kurban ettirmesi, o dönemde bu ritüeli uygulayanlar için meşruiyet kaynağıdır.

29 Ocak 2017 Pazar

Evrimin İtici Gücü

Yuval Noah Harari, Sapiens'te insanın geçirdiği dönüşümleri anlatıyor fakat bu dönüşümlerin arkasındaki sebepleri ortaya çıkarmakta başarısız kalıyor. Örneğin tarım devriminin insanlara neden çekici geldiğini veya evrimsel açıdan nasıl bir kazanç getirdiğini açıklayamıyor (açıklayamadığını kendisi itiraf ediyor). Bu gerçekten de açıklanması çok zor olan kilit bir konu. Bunu açıklayabilmeniz için sadece insan denen hayvanın nasıl çalıştığını bilmeniz yetmez, evrimin nasıl çalıştığını, eşeysel seçilimin, grup seçiliminin nasıl çalıştığını ve bunların kültürle olan ilişkisini de çok iyi bilmeniz gerekir. 

Bana kalırsa liberalizmin bireye çok fazla kredi verdiği açıktır. Sosyal trendlerin toplumları/kültürleri/bireyleri tek nesilde nasıl dönüştürdüğüne şahit olduğumuzda bireye olan inancımız da açıkçası kırılmakta. Bu dönüşümlerin arkasındaki sebepleri nasıl açıklayabiliriz? Bu konuda yapılan bilimsel çalışmalar olsa da bu fenomeni tam anlamıyla açıklayabilecek bir teori henüz yok. Bu gizem insanlık tarihinin en önemli gizemi ve bunu çözmek varoluşumuzu anlamlandırmak anlamına gelecek. Bu gizemi sefil blogumda çözdüğüm iddiasında bulunmuyorum elbette ancak bu konudaki düşüncelerimi organize etmek adına ortaya atacağım.

Egemenlik Hiyerarşisi

Grup halinde yaşayan bütün hayvanlarda egemenlik hiyerarşisi mevcuttur. Egemenlik hiyerarşisi en az 300 milyon yıllıktır, yani ağaçlardan daha yaşlıdır. Egemenlik hiyerarşisi eşeysel seçilimin mekanizmasıdır.

Dişiler, üremenin sınırlayıcı faktörüdür. Bu yüzden neslinin devamlılığını garantiye almak için eş seçiminde eleyici olmak dişinin lehinedir. Dişinin hata yapma lüksü yoktur. Ancak dişinin iyi ve kötü genleri eleyecek aracı da yoktur. Şöyle ki, her iyi gen her zaman iyi, her kötü gen her zaman kötü değildir. Çevre probleminin sonsuz komplekslikte olmasının sebebi çevrenin dinamik olmasıdır, koşulların devamlı değişmesidir. Örneğin bolluk döneminde iri cüsse diğer erkeklere baskınlık sağlamada avantajlı olabilir ama kıtlık durumunda dezavantaja dönüşecektir. İşte hangi özelliğin "iyi" hangisinin "kötü" olduğuna egemenlik hiyerarşisi karar verecektir. Egemenlik hiyerarşisinin tepesindeki kişi veya kişiler bu çevre problemine yeterince iyi bir çözüm getirdiklerini kanıtlamış olurlar (Bir parantez açıp grup içindeki diğer bireylerin de çevre problemine dahil olduğunu ekleyeyim). Böylece dişiler eş seçme işini egemenlik hiyerarşisine devretmiş olurlar. Bu aynı zamanda canlılığın/doğanın enerji tasarrufuna verdiği önemin de göstergesidir. Dişi eş seçiminde erkekleri tek tek test etmek gibi imkansız bir görevi hiyerarşiye devrederek enerjiden tasarruf etmiştir. Erkeklerin egemenlik mücadelesine girip, kazananın tüm dişileri alması neredeyse tüm memelilerde görülen bir davranıştır.

Doğal seçilimin baskısı erkek üzerindedir. Bunu şöyle de kanıtlayabiliriz: insan DNA'sının analizi, atalarımızdan bir erkeğe karşılık iki dişinin ürediğini gösteriyor. Yani insanlık tarihinde en azından her iki erkekten biri neslini devam ettirmekte başarısız olmuştur. Diğer erkeğe düşen iki kadının eşit olarak paylaşılmadığı da kesindir, Egemenlik hiyerarşisinin tepesindekiler en iyi kadınlardan yüzlercesini döllerken, daha aşağıdakiler düşük kalitedeki kadınlardan birer tane paylaşmak zorunda kalacaktır. Bunu en basitinden tarihte harem fenomeninde gözleyebiliriz.

Bir erkeğin egemenlik hiyerarşisindeki yeri "statü"dür. Geçmişte de, günümüzde de statü kadının eş seçmekteki en önemli kriteri olagelmiştir. Toplumda statü sembollerine verilen önemin anlamı da budur. Statüyü "kaynak ortaya koyma becerisi" olarak görebiliriz. Kadının temelde ihtiyacı erkek değil, kaynaktır. Kaynak ortaya koyabileceğini kanıtlayan erkek statü sahibidir ve ortaya koyabileceği kaynağın büyüklüğü eş olarak seçilme şansını artıracaktır. Evlilikten önce erkekten talep edilen pahalı mücevherlerin manasını da buradan anlayabiliriz.

Peki, egemenlik hiyerarşisinin ve erkekler arası rekabetin dişiye hizmet ettiğini gördük. Günümüzdeki hayat standartlarının ve refahın mağarada yaşadığımız dönemlere göre sonsuz kat iyi olduğu halde aynı hiyerarşinin günümüzde dahi korunduğunu gördüğümüzde bunun sadece kaynakla ilgili olmadığını da görüyoruz. Kocası çok zengin olan kadınların dahi kocalarını daha genç ve çekici erkeklerle aldatabildiklerini biliyoruz. Buradan asıl meselenin iyi ve kötü genlerin ayıklanması olduğunu anlıyoruz. Egemenlik hiyerarşisinin, savaşların, insanın kurduğu sosyal yapıların en dibine indiğimizde yine doğal seçilimi, iyi ve kötü genlerin ayıklanması için kurulmuş son derece kompleks yapıları görürüz. Bu genel trende "evrimin itici gücü" dersek yanlış olmaz.

Tarım Devrimi ve Medeniyet

Enerjiden tasarruf etme eğilimi muhakkak ki tarım devriminin itici gücüdür. Avcı ve toplayıcı kabilenin kaderi pamuk ipliğine bağlıdır. Harari'nin iddia ettiği gibi avcı-toplayıcıların diyeti çiftçilerden çok daha kaliteli olsa da, miktar olarak çok daha azdır ve kaynak toplamak için harcadıkları enerji çok daha fazladır, bu sebeple nüfusları ve nüfus artışları çiftçilere göre çok daha azdır. Çiftçilik enerji tasarrufu açısından çok daha avantajlıdır ve tarım devriminden sonraki nüfus patlaması bunun kanıtıdır. Tarım devrimini Harari buraya kadar açıklayabiliyor. Fakat nüfus artışının insan için neden iyi bir strateji olduğunu açıklayamıyor. Gerçekten de nüfus artışı kendi başına iyi bir açıklama değil. Nüfus artışının iyi ve kötü genlerin ayıklanmasında nasıl bir fonksiyonu olabilir bunu düşünmemiz lazım. Yine egemenlik hiyerarşisine bakarsak, ideal olarak istenilen şey hiyerarşinin tepesindeki kişinin tüm dişileri döllemesi, böylece mevcut şartlara en uygun olduğu kanıtlamış genlerin sonraki nesle aktarılmasıdır.

Şu ekstrem örneği verelim, her nesilde bir dişi ve bir erkekten oluşan bir grupta genetik olarak hiçbir ilerleme olmayacaktır. Seçilim yoksa, değişim de yoktur. Bu yüzden böyle bir grup değişemediği için yok olacaktır. O halde, egemenlik hiyerarşisi ve erkekler arasındaki rekabet dişi için yalnızca faydalı olmayıp hayatidir de. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: erkekler arasındaki rekabeti kızıştırmak dişinin lehinedir. On erkekten en iyisini seçmek yerine yüz erkekten en iyisini seçmek dişi için çok daha avantajlıdır, on nesilde yapılacak seçilim tek nesilde yapılabilir. O halde nüfus artışının fonksiyonu, iyi ve kötü genlerin ayıklanmasını hızlandırmaktır. Bunu da "evrimin itici gücü" kategorisine atabiliriz.

Kültürün ve medeniyetin fonksiyonuna geldiğimizde sorun çok daha kompleks ve tartışmalı duruma geliyor. Kültürün devamlı değişiminin sebebi ve medeniyetin Darwinci çerçevede nasıl bir amaca hizmet ettiği bilinmiyor. İlk İbni Haldun'un fark ettiği üzere medeniyetler hep aynı döngülerden geçiyor. Özet olarak, kötü ve zor şartlardan gelen erkekler medeniyetleri kuruyor. Bu medeniyetlerde refah artıyor, şartlar iyileşiyor. Refah içinde yetişen sonraki nesillerin karakteri de bu şartlara göre şekilleniyor ve tabiri caizse "güçlü" erkeklerden "zayıf" erkeklere doğru bir geçiş oluyor. Bu zayıf erkekler de medeniyeti korumakta ve sürdürmekte başarısız oluyor. Böylece medeniyet yıkılıyor ve kötü şartlar baş gösteriyor. Kötü şartlar tekrar güçlü erkekleri yaratıyor ve döngü böyle devam edip gidiyor. Buradaki baskının doğasını ilk bakışta anlayamasak da erkek üzerinde olduğunu açıkça görüyoruz.

Bu sorunu çözmek için medeniyetin çöküşünden sonra ne olduğuna bakmamız lazım. Yani zayıf erkeklerden güçlü erkeklerin yaratılması süreci sonraki döngüde kimin genlerinin baskın geleceğini belirleyecektir. Roma'nın çöküşü örneğini ele alırsak, Roma çöktükten sonra Avrupa'da iki çeşit güçlü erkek modeli görürüz. Birincisi Romalı zenginlerdir. Bunlar ortaçağın derebeyleri olmuşlardır. İkincisi barbar kabilelerdir. Bunlar da Roma'dan birer parça koparıp krallıklarını kurmuşlardır. Bunların bazıları diye ekleme yapmak faydalı. Çünkü ne her Romalı zengin zenginliğini koruyabilmiş, ne de her kabile krallık kurabilmiştir. Ancak kurulu düzenin çöküşü hiyerarşide dikey hareketliliğin zirve yapmasına sebep olmuştur. Kimisi kaosta her şeyini kaybederken kimisi de krizi fırsata çevirip hiyerarşide tırmanabilmiştir. Yani bu zorlu dönemi, fırsatların ve risklerin çoğaldığı bir dönem olarak görebiliriz.

Medeniyetin çöküşü, bir noktaya kadar kartların yeniden dağıtılması ve hiyerarşinin yeniden belirlenmesini sağlayacaktır. Bu zorlu dönemde hiyerarşide hak ettiği yere tutunan erkek, sonraki nesillerin de bu yeri koruması için medeniyeti kuracaktır. Yani, krizde zekası, becerisi, genleri sayesinde hiyerarşide yüksek bir statü elde eden erkek, medeniyet kurulduğunda genlerini yayma açısından avantajlı olacaktır. Mesela hiyerarşinin tepesindeki %10'un genleri, birkaç nesil sonra popülasyonun %50'sine yayılmış olacaktır. Ancak birkaç nesil sonra medeniyet sayesinde hiyerarşinin korunması dezavantaj haline gelir. Genetik varyasyondan dolayı, kötü genlere sahip yüksek statü sahipleri ve iyi genlere sahip düşük statü sahipleri ortaya çıkmaya başlar. Başta iyi genlerin yayılmasını sağlayan medeniyet artık bu fonksiyonu yerine getirmemeye başlar. Sırf babasının statüsünden dolayı beceri ve zeka sahibi olmayan kişilerin kritik görevlere gelmesi bu medeniyetin çöküşünü hızlandıracaktır (Osmanlı'da beşik uleması gibi). Buradan aynı zamanda hiyerarşide dikey hareketliliğe izin veren medeniyetlerin daha uzun ömürlü olacağı sonucuna ulaşabiliriz. Mesela mülk kavramı olmayan avcı toplayıcı kabileler bu döngüden geçmez. Çünkü beceri (veya genetik) kabile içindeki statüyü belirler. En iyi avcı veya savaşçı kabilenin lideridir. Zenginlik ve medeniyet dikey hareketliliği yavaşlatır, bir noktadan sonra hiyerarşi kendini taşıyamaz ve yıkılır.

Kültür konusunu başka bir yazıya bırakıyorum.

25 Ocak 2017 Çarşamba

Doğru, Hayata Hizmet Eder

Canlı, sonsuz derecede kompleks çevre problemine sınırlı bir çözümdür. Canlının çevre problemini matematiksel olarak modelleyip yeni nesli bunun çözümü olarak yaratma şansı yoktur. Canlının tek yapabileceği çeşitli genetik varyasyonları etrafa saçıp bunlardan bazılarının işe yarayacağını ummaktır. Neslini sürdürebilecek kadar hayatta kalabilen canlı, çevre problemine sınırlı ancak yeterli bir çözümdür. Darwinci bakışla bu organizma, "doğru" bir organizmadır.

İnsan bu formülün dışında değildir ancak insanın çözümü diğer organizmalara göre çok daha komplekstir. İnsan çevre problemine genetik çeşitliliğin dışında yeni çözümler getirmiştir. Alet kullanımı ve dilin kullanımı insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir. Avlanmak için pençeleri olmayan insan mızrağı icat etmiş, sindirme fonksiyonunun bir kısmını ateşle halletmiş, soğuktan koruyan kürkü olmadığı için hayvan derilerini kullanmış. Bunlardan birinin çözümünü doğal seçilim milyonlarca yılda çözebilirken insan zekası bir çırpıda çözmüş.

İnsan diğer hayvanlar gibi yalnızca içgüdüleriyle hayatını idame ettiremez. Çünkü insanın çözümleri diğer hayvanların aksine yapaydır ve öğrenilmesi gerekir. İlk aleti icat ettiğinden beri öğrenmek ve öğretmek insanın en önemli yükümlülerinden biri olmuştur. Bunun yanında sosyal bir hayvan olan insan, grup içinde nasıl davranacağını öğrenmeli ve öğretmelidir. İnsan çevreyle imtihanının yanında artık kendi doğasıyla da imtihan edilecektir. Bu sorunların çözümleri gelenek ve kültürdür.

Toplumun görevi önceki nesilden aldığı bilgiyi/geleneği/kültürü sonraki nesle aktarmaktır. En eski din olan atalar kültünün fonksiyonu budur. Ataların hayatları hikayeleştirilir ve çocuklar bu hikayelerdeki ataları rol modeli olarak alır. Ölmüş olan, yeni nesilde yeniden doğar. Reenkarnasyon fikri buradan gelir. Atalar kültü insanlık tarihi kadar eskidir ve insanın hayatta kalmasında önemli bir fonksiyonu vardır. O halde atalar kültü insanın çevre problemine ürettiği çözümün bir parçasıdır ve işe yaramış bir çözüm olduğu için "doğru" bir çözümdür.

Masallar ve mitler de bu çözümün bir parçasıdır. İnsanın bir nesilde öğrenemeyeceği tecrübeler masallarla aktarılır. Onlarca, yüzlerce ataların hikayeleri yoğunlaştırılır ve bir miti oluşturur. Bu mitin kahramanı tek bir ata değildir, bir nevi üst atadır, tanrıdır. Mitler ve masallar son derece yoğunlaştırılmış ve sembolleştirilmiş rehberlerdir. Tek bir ömür içinde çözülmesi mümkün olmayan problemler binlerce nesilde çözülmüş, masallar ve mitler içinde kodlanmıştır. Tek bir anne ölür ve yok olur ancak Annelik ölümsüzdür ve bu mitolojide ana tanrıça olarak kişileşir. İyilik, kötülük, güzellik, kıskançlık, öfke, aşk mitolojide tanrılaşır ve bunların üzerine üretilmiş sayısız hikayeler nesilden nesile aktarılarak o kültürün ahlaki kimliğini yaratır ve sürdürür. Nietzsche, doğru hayata hizmet eder dedi. Bu mitler de yeni neslin kimliğini ve ahlaki karakterini yaratarak hayata hizmet etmektedir. Öyleyse bu mitler en genel anlamda, Darwinci anlamda "doğru"dur.